Beyaz, karlı bir gere
Kar yağıyor. Ankara'nın soğuğu bir yere benzemez derler. Sanıyorum herkes kendi şehiri için aynı şeyi söylüyordur. Ama inanın o sabah ayazına katlanmak hiçte kolay olmuyor. İlçenin tek büyük caddesinde, herkesin evinde sobasının başına geçtiği vakit, tek başına yürüyen bir adam. Sol eli kahverengi kabanının cebinde, soğuktan kızarmış diğer elinde ise rüzgarın tüketmek için çabaladığı yarım sigara. Nedendir bilinmez, hangi çılgın bu kar kıyamette tek başına dolanır ki. Şaşkın, meraklı ve yargılayıcı gözler ile izledim. Soğuğa meydan okur gibi, yüzüne çarpan kar tanelerine söylenircesine yavaş adımlar ile ilerliyordu. Düşünüyordu sanırım, mesleği bunun üzerine kurulu olsa gerek. Düşünmek, insana bunca dert tasa yaratıyorken neden bir insan kendini buna adıyorki. Mesela ben kafamı her yastığa koyuşumda, ay sonunda elimde ne kadar para kalacağı, faturalar, çocukların okul masraflarını düşünürüm. Karabasan gibi çöktükçe çöker üzerime. Bu yüzdendir artık bunları bile aklıma getirmeden tekdüze olan hayatımı en huzurlu şekilde geçirmeye çalışıyorum. Kim ne yaparsa yapsın banane.
Bu ihtiyarın hakkında ilçede çok defa dedikodu edilir. İşten çıkıpta kahvede bizim tayfa ile bir kaç el batak yaparken, hayatta hiç bir uğraşı kalmayan emeklilerin konuşmalarına şahit olurum. Sanırım bu ihtiyarın karısı öldükten sonra bunalıma girdiğini, emeklilerin pek sevdiği ilçemizde tüm yakınlarından kendini arındırıp inzivaya çekildiğini duymuştum. Bir defasında da cinayetten dolayı uzun seneler hapis yattığını ve kimsesi olmadığından burayı tercih ettiğini. Herkes saçma hikayelerini uydurmakta haklıydı çünkü adam kimse ile iletişim kurmuyordu. Yazar olduğunuda sanırım bu emekli dedikoduculardan duymuştum. Kim bilir bunu kim uydurdu.
Siyah, karanlık bir gece
Ben ! Yabancıların büyücüymüşçesine gözler ile süzüldüğü ilçenin kaçık, gizemli bunağı. Hakkımda dolaşan söylentileri, köşe başındaki bakkaldan öğrenirim. Adam pek zeki ! Bana tüm içtenliği ile yaklaşır, ağzımdan laf alabilmek için dikkatle dinler, ama ne komiktir bu söylentilerin yarısının sahibi kendisidir. Eh, benimde kendime ait özel kuşlarım var. Çocuklar için bir efsane, kahraman ve bir masal gibiyim sanırım. Gündüzleri yürüyüşe çıkıp, Soğuksu da oturup notlar alırken, yanıma gelen okulu kırmış ortaokul talebeleri öğütlerimi can kulağıyla dinler gibi yapıp diğer kulaklarından çıkarırlar hepsini. Biliyorum, bende öyle değil miydim sanki. Bacak kadar veletken, okulu asıp top peşinde koşar, terden sırılsıklam olmuş gömlek ile eve döndüğümde annem okulumun nasıl geçtiğini sorardı. Neticesinde tembellik etmezdim, aptal değildim. Harp okulunu kazandım sonra. Liseyi yatılı olarak okudum. Zordu, gereğinden fazlaca. Babam bununla gurur duyar, çocukların hipodromda bir at gibi koşturulduğu akraba ziyaretlerinde benimle övünmesini bilirdi. Anneminde buna dahil olduğunu bilirdim ama o farklıydı. Ana yüreği sonuçta, aylarca çocuğundan uzak kalmak elbet dokunurdu.Alışmıştı o da, ben ise liseyi bitirmiş, kara harp akademisine geçmiştim. Oldukça başarılı bir okul hayatım olduğunun altını çizmek isterim, buda benim övünç kaynaklarımdan biri olsa ne zararı olur.
Mezun olmuştum, piyade teğmen olarak ilk görev yerim Kayseri'ydi.Hatırlıyorumda, 1977 yılında takım komutanı olarak neredeyse benimle yaşıt komando adayı acemi erlerin karşısına ilk çıktığımda egom nasılda şişmişti. Yıllar geçti, darbe yaşandı bazı devrelerimiz tasfiye edildiğinde sesimizi bile çıkaramamıştık. Kardeş kardeşi kırardı, kulağımıza gelen ve hatırlanmak istenmeyecek şeyler geçti.
Binbaşı olduğumda görev yaptığım güney doğuda geçirdiğim yılları ise hatırlamak bile istemiyorum. Çatışma, ölüm, geniz yakan barut kokusu, bitlenen saçlar. Çok çocuk ellerimde şehit düştü, sakat kaldı. Yıllar yılları kovaladı, 1984'te evlenmiştim. 2000 yılına geldiğimizde 15 ve 13 yaşlarına gelmişti çocuklar. Büyük olan erkek İsmet, cimcime ise Adalet. Asker çocuğu işte benimle birlikte atalarımız gibi göçebelik ettiler.
Nur. Ah ! Nur. Çilekeş, asker eşi güzel karım. Tanıştığımızda hemşire okulunda ikinci senesiydi. İzin vakti devrem Ünsal'a ziyarete gittiğimde karşılaşmıştım onunla. Kızkardeşiydi. Ankara'da okuyordu. Ben ise yeni üstteğmen olmuş ilk doğu görevime yollanmıştım. Telefon başında az sabahlamadım. Santralci askerlere paket sigara alır dağıtırdım. Sevinsin çocuklar, zaten ailelerden uzaklar diye düşünürdüm. Üstlerim yumuşak başlılığımdan dem vursa da lafımdan çıkıldığı ya da laçkalaşıldığını askerlik hayatım boyunca görmedim. Şefkat ve disiplin arasındaki ince çizgiyi tutturdum sanırım.
Yıl 2010. Tümgeneral olmuş fakat buruk duygular içerisindeydim. Adım darbe plancılarının arasındaydı. Darbe plancıları demişken; tamamen siyasi bir çamur atmaya maruz kalan askerlerden ibaret. Beklediğim gün elbet gelmişti. Tutuklandım. Askeri cezaevinde geçirdiğim bir yıldan sonra sivile nakledildim. Yalnızlık çekmedim, sağ olsun cezaevinde görevli askerler komutanım diye hitap eder, parmaklıkların ardında olsakta bizlere saygılarında kusur etmezlerdi. Çocuklarda büyümüştü haliyle, Adalet isminden midir bilinmez hukuk bölümünden mezun olmak üzereydi. İsmet ise babasının aksine mühendislik okudu, iş edindi, bana nispet edercesine kirli sakalıyla dolaşır oldu. Nur kahroluyordu, gitmediği avukat, çalmadığı kapı kalmadığını biliyordum. Ne etsem nafile. Erkeğini, ülkesine hayatını adamış kahramanını hapislerde çürümeye terk edecek değildi ya !
Duruşmalar, iftiralar, çirkinlikler ile geçen 6.5 yıl. Ve özgürlük. Hükümet değişince, soruşturmanın yeniden açılması aklanmalar derken, sonunda özgür kaldık ama ne onur ne de gururla.
Ben Er Erdal Çubukçu. Hayatını vatanına adamış, gururla üniformasını yıllarca taşımış binlerce askerden yalnızca biri. Bir kere çamur atılınca hep kalıyor ne yaparsan yap. Çıktığımda mutlu muydum ? Evet. Aileme kavuşmanın verdiği sevinç ile mutlu olduğumu kabul etmeliyim. Ama içimde ölüp giden parçayı yalnızca bizimkisi görüyordu gözümün içine baktığında. Göz göze gelmekten sakındım bu yüzden uzunca.
Beş ay sonra Kızılcahamam'a gelmek için yola çıkıyordum. Yalnız kalmak istediğimi söyleyip, cezaevinden çıktıktan sonra bıraktığım yarım kalan kitabımı bitirmek üzere.
Kar yağıyor, üşüyorum. Belli etmemek için çabalıyorum, sigaraya başlamışım içmesini henüz yeni öğreniyorum. Zaten rüzgar benden fazla sebepleniyor. Elim buz kesmiş, sigaranın varlığını unutmak üzereyim. Bahçesi karla kaplanmış apartmanın birinci katındaki dairenin camından beni izleyen adam ile göz göze geliyoruz. Bu saatte karda kıyamette.
Yirmi gündür her gün gelip notlar aldığım masaya varıyorum, Soğuksuda.Rüzgarın uğultusu, ağaçlardan gelen çatırdamalar ürkütür başka bir insanı. Millipark burası, ayısı var domuzu var.
Bavulumla kapıdan ayrılırken buraya varmak üzere, bizimkisi ile göz göze gelmiştik. Konuşmadık o an, ama anladığını biliyordum. 36 yıl hayatını paylaştığın bir insana yalan söyleyebilir misin hiç. Ses etmedi, bir damla yaş koptu deniz mavisi gözlerinden. Elimle yakaladım buruşmuş yanaklarından düşmek üzereyken. Son busemi kondurdum dudaklarına. Hep aynı tat, aynı ıslaklık, hiç ayrılmadı ki oradan.
Sol elim cepte durmaktan terlemişti. Çıkardığımda soğuk anında kurutuverdi, kokladım. Koku; yabancı olmadığım metale aitti...