Sayfalar

17 Aralık 2013 Salı

Küçük dilini yutan şeytan




Hayretler içerisindeyiz. Yapılan yolsuzluklara olan bir hayret değil ama bu. Kıstırıldıkları şu durumda bile düzenbazlıklar ile hedef şaşırtmalaradır hayretimiz. Sen cadı avcılığı yaparak asker, sivil demeden topla, suçlayacak delil bulamadan insanları hapis et ve kendin kenefe battığında kedi gibi kuyruğunu bacaklarının arasına sıkıştır. Yok öyle kardeşim, bu sefer mağduriyet politikanız sökmeyecek. 

"Nihai kararda masumiyet karinesi gözardı edilmemeli."

Tabii... Parti sözcüsü yediği balyozun etkisinden olsa gerek ki hukuktan, eşitlikten bahsedip yapacak bir şey yok minvalinde ne kadar aciz durumda olduklarını yansıtıyor. 

"Operasyon emrini ben verdim."

Bugün haber sitelerinin birinde bir yorum gördüm, tam olarak şöyleydi;  "Polis gezi parkında destan yazdı demişti. Bence polis destanı şimdi yazdı. Ne başbakanın nede bakanların haberi olmadan yapılan operasyona destan denir. Polisi Kutlarım."

İçişleri bakanı çıkıyor pek çalışamamış olsa gerek; emri ben verdim, oğlum suçlu ise gereği yapılır diyor.  Fakat aynı operasyonda kendi ile birlikte dört bakanın isminin geçtiğini unutuyor. Bu ne yaman çelişkidir. Üstelik sen değil misin gün içinde yapacağın Bulgaristan ziyareti olupta olaylar ardından iptal eden. Sudan çıkarılıp karaya bırakılmış balık gibi debelenmelerini izliyoruz.

Yapılan yolsuzlukları konuşmak yerine olayı cemaat ve akp savaşı olarak yansıtıp odak noktasını kaydırmaya çalışıyorlar. Zekeriya Öz komutanları alınca demokrasi, bakan çocukları alınınca cemaat oyunu oluyor. Aynı teraneler yine başladı. Neden böyle bir operasyonun seçim öncesine getirildiğinden bahsediyor bazı kan emiciler. Özellikle yapıldığı ve iktidarın yıpratılmak istendiğini iddia ediyorlar. Ortada para aklama, kaçakçılık ve rüşvet gibi suçlamalar var ama sen halen üzerinize oyunlar oynandığını söyleyip seçmeni kandırmaya çalışıyorsun ki bu senin yüz derinin ne kadar kalınlaştığını gösteriyor.

Bu yılın sadece ilk 6 ayı içerisinde verilen cari açık 42 milyar dolar iken; yapılan yolsuzluğun bilinen kısmı yaklaşık olarak 100 milyar Euro. Başbakanımız gibi eski parayla yuvarlak hesap ile 250.000.000.000.000.000 TL gibi bir rakama eş değer. Konuşulması gereken bu operasyonu kimlerin yaptığı ya da cemaat ve akp savaşını kimin kazanacağı değil, bu yolsuzluğun sorumlularıdır. Verilecek olan hesaptır. 

Daha dün bizlere vandal, çapulcu deyipte devlete verilen zararlardan mağduriyet yaratanlar, devlet zarar ediyorken ceplerine doldurdukları bu paraların hesabını verebilecek midir acaba. 

Adaletin yerini bulacağı günü iple çekiyoruz. Ve o adalet yerine oturursa eminim kalkınacağız. 


16 Aralık 2013 Pazartesi

Dilsiz Şeytan








"Haksızlık karşısında susanın dilsiz şeytan olduğunu bilenler."


Bizzat dilsiz şeytan olan milletin vekili tarafından yapılan açıklamada yer alan ibretlik ufacık bir kesit. Hangi milleti nasıl temsil ettiği bilinmeyen ve özgür iradesi ile karar alamaya ve gerçek efendisini unutan bir vekil.  


"Amacım doğru işler yaptığını düşündüğüm bu siyasi harekete mütevazı bir katkı sunmaktı." 


Milletvekili maaşı ve ülkemizin değerli futbolcularından biri olarak kazandığı para ile geçinemediğinden mütevellit, futbol yorumculuğu yaparak bu harekete inanıyorum ki son derece büyük katkılarda bulunmuştur. Grup toplantılarına dahi katılmayan, milletini değil pamuk sıcağını düşünen, kuru kalabalık yaratanların arasından en meşhur olanı. İnsanlar aylar önce hakları, özgürlükleri, gelecekleri için seslerini çıkarmak için sokaklara döküldüğünde; onları terörist ilan eden iktidara sesini çıkarmayan, boynuz kulağı geçince ne yapacağını şaşıranların samimiyetsizlikleri ile karşı karşıyayız.

Güçlendikçe kendinden olmayanı yok etmeye ant içmiş iktidarın başı ise kan kardeşi ile belada olsa dahi, yalan propagandalarına hız kesmeden devam ediyor.


"Vizesiz AB için tarihi imza atıldı."


Evet yeni oyunumuzun adı "Vize". Yandaş medya tarafından büyük bir başarı ve tarihi olay gibi aktarılan bu anlaşma aslında bizlere vizesiz bir avrupa sunmuyor. Geri kabul anlaşması adı altında avrupa'da yakalanan göçmenler eğer son olarak ülkemizde bulunmuş ise tüm masrafları tarafımızdan karşılanarak topraklarımızda misafir edilecekler. Bu tarihi anlaşma sözüm ona vizesiz avrupanın kapılarını bize açacakmış. Kör edilmiş yurdum insanı elbet başbakanı'na inanacaktır. Fakat bu ülkeyi bu noktaya taşıyan sadece iktidar partisi değil, yıkıcı olmaktan öteye gidemeyen beceriksiz muhalefetten başkasıda değildir. Ne yazık ki ülkemizde muhalefet, bu iktidara koltuk değneği olmaktan öteye geçemiyor. Avrupa'nın arka bahçesi, Abd'nin küçük eniştesi haline gelmiş iken kendi çöplüğünde saltanat sürenler kokuşmuşluk içerisinde daha ne kadar sürdürebilecek oyunlarını izleyip göreceğiz. 


4 Aralık 2013 Çarşamba

Metal Kokuyor Ellerim






Beyaz, karlı bir gere



Kar yağıyor. Ankara'nın soğuğu bir yere benzemez derler. Sanıyorum herkes kendi şehiri için aynı şeyi söylüyordur. Ama inanın o sabah ayazına katlanmak hiçte kolay olmuyor. İlçenin tek büyük caddesinde, herkesin evinde sobasının başına geçtiği vakit, tek başına yürüyen bir adam. Sol eli kahverengi kabanının cebinde, soğuktan kızarmış diğer elinde ise rüzgarın tüketmek için çabaladığı yarım sigara. Nedendir bilinmez, hangi çılgın bu kar kıyamette tek başına dolanır ki. Şaşkın, meraklı ve yargılayıcı gözler ile izledim. Soğuğa meydan okur gibi, yüzüne çarpan kar tanelerine söylenircesine yavaş adımlar ile ilerliyordu. Düşünüyordu sanırım, mesleği bunun üzerine kurulu olsa gerek. Düşünmek, insana bunca dert tasa yaratıyorken neden bir insan kendini buna adıyorki. Mesela ben kafamı her yastığa koyuşumda, ay sonunda elimde ne kadar para kalacağı, faturalar, çocukların okul masraflarını düşünürüm. Karabasan gibi çöktükçe çöker üzerime. Bu yüzdendir artık bunları bile aklıma getirmeden tekdüze olan hayatımı en huzurlu şekilde geçirmeye çalışıyorum. Kim ne yaparsa yapsın banane.

Bu ihtiyarın hakkında ilçede çok defa dedikodu edilir. İşten çıkıpta kahvede bizim tayfa ile bir kaç el batak yaparken, hayatta hiç bir uğraşı kalmayan emeklilerin konuşmalarına şahit olurum. Sanırım bu ihtiyarın karısı öldükten sonra bunalıma girdiğini, emeklilerin pek sevdiği ilçemizde tüm yakınlarından kendini arındırıp inzivaya çekildiğini duymuştum. Bir defasında da cinayetten dolayı uzun seneler hapis yattığını ve kimsesi olmadığından burayı tercih ettiğini. Herkes saçma hikayelerini uydurmakta haklıydı çünkü adam kimse ile iletişim kurmuyordu. Yazar olduğunuda sanırım bu emekli dedikoduculardan duymuştum. Kim bilir bunu kim uydurdu.


Siyah, karanlık bir gece



Ben ! Yabancıların büyücüymüşçesine gözler ile süzüldüğü ilçenin kaçık, gizemli bunağı. Hakkımda dolaşan söylentileri, köşe başındaki bakkaldan öğrenirim. Adam pek zeki !  Bana tüm içtenliği ile yaklaşır, ağzımdan laf alabilmek için dikkatle dinler, ama ne komiktir bu söylentilerin yarısının sahibi kendisidir. Eh, benimde kendime ait özel kuşlarım var. Çocuklar için bir efsane, kahraman ve bir masal gibiyim sanırım. Gündüzleri yürüyüşe çıkıp, Soğuksu da oturup notlar alırken, yanıma gelen okulu kırmış ortaokul talebeleri öğütlerimi can kulağıyla dinler gibi yapıp diğer kulaklarından çıkarırlar hepsini. Biliyorum, bende öyle değil miydim sanki. Bacak kadar veletken, okulu asıp top peşinde koşar, terden sırılsıklam olmuş gömlek ile eve döndüğümde annem okulumun nasıl geçtiğini sorardı. Neticesinde tembellik etmezdim, aptal değildim. Harp okulunu kazandım sonra. Liseyi yatılı olarak okudum. Zordu, gereğinden fazlaca. Babam bununla gurur duyar, çocukların hipodromda bir at gibi koşturulduğu akraba ziyaretlerinde benimle övünmesini bilirdi. Anneminde buna dahil olduğunu bilirdim ama o farklıydı. Ana yüreği sonuçta, aylarca çocuğundan uzak kalmak elbet dokunurdu.Alışmıştı o da, ben ise liseyi bitirmiş, kara harp akademisine geçmiştim. Oldukça başarılı bir okul hayatım olduğunun altını çizmek isterim, buda benim övünç kaynaklarımdan biri olsa ne zararı olur.

Mezun olmuştum, piyade teğmen olarak ilk görev yerim Kayseri'ydi.Hatırlıyorumda,  1977 yılında takım komutanı olarak neredeyse benimle yaşıt komando adayı acemi erlerin karşısına ilk çıktığımda egom nasılda şişmişti. Yıllar geçti, darbe yaşandı bazı devrelerimiz tasfiye edildiğinde sesimizi bile çıkaramamıştık. Kardeş kardeşi kırardı, kulağımıza gelen ve hatırlanmak istenmeyecek şeyler geçti.

Binbaşı olduğumda görev yaptığım güney doğuda geçirdiğim yılları ise hatırlamak bile istemiyorum. Çatışma, ölüm, geniz yakan barut kokusu, bitlenen saçlar. Çok çocuk ellerimde şehit düştü, sakat kaldı. Yıllar yılları kovaladı, 1984'te evlenmiştim. 2000 yılına geldiğimizde 15 ve 13 yaşlarına gelmişti çocuklar. Büyük olan erkek İsmet, cimcime ise Adalet. Asker çocuğu işte benimle birlikte atalarımız gibi göçebelik ettiler.

Nur. Ah ! Nur. Çilekeş, asker eşi güzel karım. Tanıştığımızda hemşire okulunda ikinci senesiydi. İzin vakti devrem Ünsal'a ziyarete gittiğimde karşılaşmıştım onunla. Kızkardeşiydi. Ankara'da okuyordu. Ben ise yeni üstteğmen olmuş ilk doğu görevime yollanmıştım. Telefon başında az sabahlamadım. Santralci askerlere paket sigara alır dağıtırdım. Sevinsin çocuklar, zaten ailelerden uzaklar diye düşünürdüm. Üstlerim yumuşak başlılığımdan dem vursa da lafımdan çıkıldığı ya da laçkalaşıldığını askerlik hayatım boyunca görmedim. Şefkat ve disiplin arasındaki ince çizgiyi tutturdum sanırım.

Yıl 2010. Tümgeneral olmuş fakat buruk duygular içerisindeydim. Adım darbe plancılarının arasındaydı. Darbe plancıları demişken; tamamen siyasi bir çamur atmaya maruz kalan askerlerden ibaret. Beklediğim gün elbet gelmişti. Tutuklandım. Askeri cezaevinde geçirdiğim bir yıldan sonra sivile nakledildim. Yalnızlık çekmedim, sağ olsun cezaevinde görevli askerler komutanım diye hitap eder, parmaklıkların ardında olsakta bizlere saygılarında kusur etmezlerdi. Çocuklarda büyümüştü haliyle, Adalet isminden midir bilinmez hukuk bölümünden mezun olmak üzereydi. İsmet ise babasının aksine mühendislik okudu, iş edindi, bana nispet edercesine kirli sakalıyla dolaşır oldu. Nur kahroluyordu, gitmediği avukat, çalmadığı kapı kalmadığını biliyordum. Ne etsem nafile. Erkeğini, ülkesine hayatını adamış kahramanını hapislerde çürümeye terk edecek değildi ya !

Duruşmalar, iftiralar, çirkinlikler ile geçen 6.5 yıl. Ve özgürlük. Hükümet değişince, soruşturmanın yeniden açılması aklanmalar derken, sonunda özgür kaldık ama ne onur ne de gururla.

Ben Er Erdal Çubukçu. Hayatını vatanına adamış, gururla üniformasını yıllarca taşımış binlerce askerden yalnızca biri. Bir kere çamur atılınca hep kalıyor ne yaparsan yap. Çıktığımda mutlu muydum ? Evet. Aileme kavuşmanın verdiği sevinç ile mutlu olduğumu kabul etmeliyim. Ama içimde ölüp giden parçayı yalnızca bizimkisi görüyordu gözümün içine baktığında. Göz göze gelmekten sakındım bu yüzden uzunca.

Beş ay sonra Kızılcahamam'a gelmek için yola çıkıyordum. Yalnız kalmak istediğimi söyleyip, cezaevinden çıktıktan sonra bıraktığım yarım kalan kitabımı bitirmek üzere.

Kar yağıyor, üşüyorum. Belli etmemek için çabalıyorum, sigaraya başlamışım içmesini henüz yeni öğreniyorum. Zaten rüzgar benden fazla sebepleniyor. Elim buz kesmiş, sigaranın varlığını unutmak üzereyim. Bahçesi karla kaplanmış apartmanın birinci katındaki dairenin camından beni izleyen adam ile göz göze geliyoruz. Bu saatte karda kıyamette.

Yirmi gündür her gün gelip notlar aldığım masaya varıyorum, Soğuksuda.Rüzgarın uğultusu, ağaçlardan gelen çatırdamalar ürkütür başka bir insanı. Millipark burası, ayısı var domuzu var.

Bavulumla kapıdan ayrılırken buraya varmak üzere, bizimkisi ile göz göze gelmiştik. Konuşmadık o an, ama anladığını biliyordum. 36 yıl hayatını paylaştığın bir insana yalan söyleyebilir misin hiç. Ses etmedi, bir damla yaş koptu deniz mavisi gözlerinden. Elimle yakaladım buruşmuş yanaklarından düşmek üzereyken. Son busemi kondurdum dudaklarına. Hep aynı tat, aynı ıslaklık, hiç ayrılmadı ki oradan.

Sol elim cepte durmaktan terlemişti. Çıkardığımda soğuk anında kurutuverdi, kokladım. Koku; yabancı olmadığım metale aitti...

7 Kasım 2013 Perşembe

Taş atmayın dünyayı bilmek isteyene !

Sen sofusun, hep dinden dem vurursun;
Bana da sapık, dinsiz der durursun.
Peki, ben ne görünüyorsam oyum:
Ya sen? Ne görünüyorsan o musun?
Ömer Hayyam



1000 yıl önce  zamanın  ötesinde  düşünceler ile  beliren bir adam.  Bilime, ilime muhtaçlığımızı dile getiren, soran, sorgulayan bir adamı dış kapıda tutan zihniyetin günümüzde halen yaşıyor olması ne üzücü !

Hükümetimizin kaç çocuk yapacağımıza, nasıl giyineceğimize, kimler ile yaşayacağımıza karışması; evlerimize kadar giren yaşam haklarımıza olan tecavüzlerine tepki verdiğimizde yok sayılmak bir yana, ötekileştirip elinin tersiyle uzaklaştırması; üzülüyorum, yapılan yada yapılmış olanlara değil, bu zihniyetin soğumadan, sönmeden günümüze kadar ulaşabilmesine. Yılan gibi onu aramızda beslediğimize üzülüyorum. Ve biliyorum, geçmesi için küfür kıyamet yakındığımız bugünler elbet ileride tekerrür edecektir. 

Sormuyoruz, sorgulamıyoruz en kötüsü okumuyoruz. Üretmiyoruz, geliştirmiyoruz, tembeliz. Ne göründüğümüz gibi olabiliyoruz ne de olduğumuz gibi görünebiliyoruz. Ara eleman ülkesiyiz evet. Sanatçıya saygımız yok. Hocaya inancımız çok. Kapanmak isteyen bir kadının inanç özgürlükleri için savaşan, fakat açık giyinen bir kadının inançlarını sorgulayan bir milletiz. Özgürlük mü ? Hiç sahip olamadığımız bir şeyi kaybetmedik üzülmeyin. 29 Ekim 1923'te özgürlüğümüzü kazanmadık biz. Çünkü kendi kafamızda oluşturduğumuz dolambaçlı hapishaneden kurtulamadık. Ne şanslı bir milletiz ki Atatürk gibi bir lidere sahip olup onun bize özgürlüğümüzü kazanabilmemiz için verdiği fırsatı değerlendirmeyi beceremedik.

Üzgünüm ! Elimden bir şey gelmiyor. Yardımınız lazım, herkesin. Birlik olmak, güçlü olmak lazım. Fikirlerimize uzak kalanlara, cadı avlayanlara, adımıza ferman yazılsa dahi onlar gibi avlamak yerine kucak açmak lazım. Doğruyu göstermek fakat insanların düşüncelerine taciz etmemek lazım. İki adam düşünün, birbirlerine silah doğrultmuş. Tetiğe dokunamayacaklarını ikisi de biliyor ama inatla silahı indirmeyi reddediyorlar. Ne yapmak lazım ? Vurmalı mı karşımızda duranı ? Yoksa indirmeli mi silahı ? Kimse aptal değildir, ancak kandırılmıştır. Bende başkaları için öyleyim veya biz. Hiç bir zaman aynı düşünceyi paylaşamayacak olsak dahi saygıyla, huzurla ve en önemlisi bir arada yaşayabileceğimiz bir ortam çok mu uzaklarda ? Yoksa aslında imkansız değilde çıkarlar uğruna böyle mi gösteriliyor dersiniz ? 

Körebe oyununu herkes bilir. Gözler bağlanır, etrafınızda dolananlar size dokunur sürekli ve sizden onları yakalamanız beklenir. Körebe miyiz biz ? Gittiği yeri göremeyen bir ülke, problemlerini çözemeyen, üstelik gözündeki bağı çıkartabileceği halde çıkartmayıp öylece bırakacak kadar kandırılmış mıyız ? 

Savaşmak gerek. Savaşamayanların da yerine. Susmamak, susturmamak, düşsek dahi koşmak gerek. En iyisi mi düşünmek gerek.



Ey kara cübbeli, senin gündüzün gece;
Taş atma dünyayı bilmek isteyenlere.
Onlar Yaradanın sanatı peşindeler:
Senin aklın fikrin abdest bozan şeylerde
Ömer Hayyam

13 Eylül 2013 Cuma

Kodamanın Yamyamı







     Dünya tarihinde hiç bir vakit bilgiye bu kadar kolay ulaşılamıyordu. Bilginin bu kadar kolay elde edilmesi bireylerin farkındalığını arttırıyor ve üstlerinde kurulan, göremedikleri hegemonyayı fark etmeye başlıyorlardı. Devletler korktu, interneti ve medyayı sansür altına almaya çalışsalar da, bu o kadar büyük ve kuralsız bir dünya haline geldi ki, engellenemez bir çığ oldu. Korkuyorlar, çünkü bilgi çağında insanları baskı altında tutabilmek olanaksız hale geliyor. Ve bu yüzden; bizleri izlediğimiz filmler, diziler dinlediğimiz müzikler, spor veyahut oyunlar ile uyuşturuyorlar. Kendi fikirleri, düşünceleri beyinlerimize bir tohum olarak ekildiğinde ve bu filizlenip büyüdüğünde sistemin birer zombileri haline geliyoruz.


     Populer kültür; bizlere yeni ve aslında gereksiz ihtiyaçlar yaratıp bunları mecburiyet haline sokuyor. Bir yönlendirme aracı haline gelen popüler kültür, ister istemez insanları belli kalıplara yönlendirmekte. Öbür yanda ise din var. İnsanların ruhuna nüfuz edebilmenin en kolay yolu. Örnek olarak, ülkemizde bilgiden mahrum bırakılan kesimin din ile kontrol altına alınmasını gösterebiliriz. Bu sistem insanlar arasında ötekileştirme yaratarak bunlardan besleniyor olsa gerek ki bu yönde ilerleme gayreti içerisindeler. En güzel örneğini son zamanlarda sokaklarımızda görebiliyoruz. Farkındalık kazanmış bireylerin haklarını, özgürlüklerini ve geleceklerini teminat altına almak istemelerini terör eylemi olarak yansıtıyorlar. Bugün medeniyetin kalbi dediğimiz ülkelere gidelim aynıları oradada geçerlidir. Kapitalizm, bilgiden ölesiye korkan bir sistem. Çünkü bilgi bizleri sorgulayıcı bireyler haline getiriyor. Sorgulamaya başladığmız vakit etrafımızı saran görünmez duvarları görmeye başlıyoruz.


     İnsanları birbirinden kopuk, sadece kendini düşünen acımasız bireyler haline getiriyorlar. Bilmem farkında mısınız. "Büyük balık küçük balığı yer" veyahut "Ne yapalım, sistem böyle işliyor, kimsenin gözünün yaşına bakmamak gerek." diyen insanlar ne kadar fazla oldu çevremizde öyle değil mi ? Birbirimize kenetlenmemizden korkuyorlar. Biz tabanız ve tavan ile aramızda çok büyük bir uçurum var. Sesimiz çıkmıyor zira gücümüz yok. Güç ise paradan ibaret. Paradan daha kuvvetli bir şey var ve o ise insanların birbirine kenetlenip, bir bütün olarak hareket etmesi. Bundan o kadar korkuyorlar ki, bizleri ötekileştirmek ve ayırmak için ellerinde ki her türlü kozu kullanıyorlar. Bugün 13 eylül 2013, akşam saatinde haberleri açtığımızda, bugünlerde hakkını arayan insanları polise taş atan, şiddet uygulayan teröristler olarak yansıtıp bilgiden mahrum bırakılmış ve kontrol altında tutulan kesime sunacaklar. Kaçınılmaz son.





30 Temmuz 2013 Salı

Yeni Kuşak

        





         1960'lı yıllar , Dünya milyonların hayatını kaybettiği savaştan sonra yaralarını sararken, barut kokusunun tekrar genzi yakmaya başladığı zamanlar. Bazı psikanalistlere göre gelmiş geçmiş en tutarlı akım olarak gösterilen Hippi akımı işte tamda bu zamanda başlıyor. Zemininde apolitik görüşü barındıran bu akım barışı, eşitliği ve insani değerleri eline alıyordu. Sömürülen doğayı, insanları ve tüm canlıları tek bir paydada toplayıp varolan sisteme bir haykırıştı. Dünya'ya damga vuran büyük müzik grupları işte bu akımla çıktı. Bizler ise; yani 80'lerin sonu ve 90'ların başında hayata başlayan nesil işte bu yaşam tarzını benimseyenlerin büyüttüğü çocuklarız hepimiz olmasakta. 


      Bizler savaş görmedik, acılar çekmedik ve bu yüzden barışın değerini bilmiyoruz. İçerisinde hiç bir güzellik barındırmayan yalın şarkıları sanat sanıp dinliyoruz, günlerimiz ise boş ve faydasızca geçiyor üstelik bundan mutluluk duyuyoruz. Ve biz; unuttuğumuz değerler ile yeni bir nesil yaratacağız. Tadına varamadığımız değerler ve kavramları çocuklarımıza nasıl aşılayacağız ?
    

         Dedelerimiz güç ve para uğruna sistemin birer maşası olarak hayatlarını vermişken, riyakarca olanlardan ders çıkarmamak ve imkanlarımız varken boyun eğmek haksızlık değil midir. Köleleştirildik; farklı olanlarımız ise parmak ile hedef gösterilip cadı avına kurban edilmekte. Küçücük çocukken başladı bu sindirme; hani aramızdan başkanlar seçerlerdi ya, konuşanları tahtaya yazardı. Boş vaktimizde küçücük çocuklar iken eğlencemizi, iletişimimizi koparan, bizleri korkutan bir başkan seçtiler başımıza. Aramızdan gammazlar çıkardılar, sesini çıkarıp haksızlık karşısında dik durana ceza, sesini çıkarmayıp uyanı ise mükafatlandırdılar. İstedikleri modelin ufak ölçekli minyatürleri olduk. Üstelik okullarda hiç bir şey öğrenemedik. Meraklı olmayanlarımız yerlerinde saymaktan öteye gidemediler ve bunu anlayamadılar. Sosyal statüde yerimizi sağlamlamak ve yükselebilmek uğruna her birşeyi mübah kıldık kendimize. Kibirle kendimizden ayrıştırdığımız, alt tabaka diye adlandırdığımız insanları küçümsedik. Elle tutulur hiç bir yanımız yokken, kendimiz geliştirmek yerine boş ve yararsız şeyler peşinde koşarak aslında insanın kendisinden daha iyi bir öğretmen bulamayacağını unuttuk. Şuan ise insanlığı diri diri gömmekle meşgulüz.


       Çok sığ yaşıyoruz, düşünmeden, sorgulamadan, bize verilenleri süzmeden benimseyerek. Beyinlerimiz; izlediğimiz diziler, filmler, programlar sayesinde hiçlik ile dolduruluyor. Yüzeysel ve sorgulamadan geçen bir ömrün aslında yaşanmamış olduğunun farkına vardığımızda çok geç olacak.


       Bir arkadaşım ile geçenlerde yaptığım konuşmada bana yüz yıl öncede insanlar on saat çalışıyordu şimdide aynı dedi. Teknoloji bizim işimizi kolaylaştırmıyor, daha az çalışmıyoruz. Teknolojinin sağladığı fayda bize değil patronlarımıza yarıyor çünkü; işlerini hızlandırıp daha fazla kazanç elde etmesini sağlıyor diyerek devam ettirdi konuşmasını. Teknolojinin diğer yüzü ise bizleri sistemin birer kölesi haline getirmek ve bizleri bu yolda tutabilmek için ağlar örüyor. Bir bakıma teknoloji için sistemin dinamosu diyebiliriz.


        Umursamaz yaşıyor, mutluluğa ulaşabilmek için çabalıyoruz. Mutluluğu ise somut icatlarda arıyoruz. Spor bir otomobil, güzel bir ev, güzel bir eş evet; insani değerin rağbet görmediği bir dünya'da içsel güzellik pekte bir şey ifade etmiyor. Umursamaz olmayı çok isterdim, düşünmemeyi fakat eğer bunu yapmazsam özümü kaybedecekmişim gibi. Özümü ve insaniyetimi kaybedersem hayatın ne tür bir anlamı olabilir ki.





2 Temmuz 2013 Salı

Kod Adı Cihad

     







           Pekte uzun olmayan bir süredir topraklarımızda yeniden bir oyun oynanıyor. Bu oyuna ise oyuncular kendi aralarında "Cihad" diyorlar.  Eski tarihlerde cihad toprakları yayarak gerçekleştirilirken, günümüzde akıllara işlenerek fikirler genişletiliyor.Bunun en güzel örneğini bu oyunun baş aktörlerinden olan başbakanımız yansıttı. Şöyle ki; kendinden yana olmayanı dışlayarak bu kişileri kötü gösterme politikası güden başbakan, akıllara girmeyi ise muazzam şekilde yürütülen propaganda ve sansür sayesinde başardı. İnsanların özgürce haber almaları kısıtlandı öncelikle ve amaç uğruna herşey mübah görüldü. Aynı safta olmayanlar, aynı görüş ve fikire sahip olmayanlar her gün dozu arttırılan aforoza kurban edildi. Her şey yavaşça ve sinsice gelişti korku yayılmasın diye. Yalan ya da doğru söylenen her kelimeyi koşulsuzca kabul edecek bireyler oluşturuldu. Mitingler toplandı, binlere hitap edildi ve ortaya kendinden olmayanı dışlayan, nefret duyan ve onları ahlaksız, kafir olarak gören neferler çıktı. Tüm bunlar insanın en büyük zaafı din kullanılarak gerçekleşti.

          Yıllardır tartışılan ve belki de bitmeyecek olan bir tartışma yıllardır gündemin gölgesinde. Kimimiz belki duymadı ya da rastlamadı fakat bu bahsettiğim neferler için en büyük meselelerden biri Ayasofya'nın ibadet için hizmete açılmasıdır. Öyle ki lokal olarak eylemlerde bulunup, sosyal medya üzerinden propagandaya devam etmektedirler.

          Memleketin tek derdi gayri müslimler tarafından kalan, ülkemize ve dünyamıza zenginlik katan kültür miraslarının islamlaştırılmasıymış gibi bunu önemli bir mesele haline getiriyorlar. Ülkenin doğusunda çözülemeyen savaş denemeyecek bir karışıklık varken, keskin dini görüşleri tehlikeli bir propaganda ile yürütmek ne kadar doğrudur kavramaya çalışmaktayım. Dört bir taraf düşmanlar ile çevrilmiş ve ülke toprakları bu güçlere peşkeş çekilirken, bir avuç komutanın vatan sevdası ile kurtuluş yolundaki çabaları, yanlış ve haince iftiralar ile kafası zaten bulandırılmış olan insanların kafasına yanlış bir imge halinde sokuluyor. Mermisi namluya sürülmüş bir silah gibi tetiğe basılmayı bekleyen tarafları namludan çekmek varken, birbirlerine doğrultulmaları ise; üzerimizde belli planların döndüğünün ipucunu veriyor. İnsanlar onlar ve biz diyerek birbirlerini ayrıştırmış ikenbu kızgınlığı dindirmek yerine daha fazla üzerine yönelmek bir art niyet göstergesidir. Yanlı haberler, paylaşımlar ve fikirler ile bu birbirine düşen taraflar her geçen gün birbirinden kopmakta fakat aynı zamanda yaklaşmaktadır ama vahim bir şekilde. Bahsettiklerim açılım denilen sığ ve tahrik edici hareket ile gittikçe şiddetlenen türk-kürt ayrımı değildir. Bahsettiklerimin bir tarafında bulunan, iktidar partisi ve destekçileri yani tutucu ve dini ile bütün yaşayan yada yaşamaya çalışan veyahut yaşadığını sanan, her ne kadar faşizm karşıtı olsalarda, özgürlükleri kısıtlayan görüş ve inanç farklılıklarını hoş görmeyen ve kendi biçimlerini sorgusuz sualsiz uygulamaya koyarak yada bunun için çalışarak ve karşıt olan herkesi sindirerek karşıt oldukları şeye dönüştüğünü göremeyen ve tüm bunları destekleyen Osmanlı aşığı insanlardır. Diğer yanda ise; yanlı değil genele hitap eden daha geniş fikirlere ve bazılarına aykırı gelebilecek düşüncelere sahip, ülkenin geçmişine değil geleceğine odaklanan fakat bunu yaparken sadakatini yitirmeyen ve ülkenin menfaatlerini düşünürken herkesi içine dahil edebilen bir kesim var. Bu kesim daha özgür,adaletli, aydınlık ve demokratik bir gelecek istiyor. İşte dışlanan ve kötü olarak taraftarlarına lanse edilen kesim budur.

          Biz; kültürümüze ve ananelerimize bağlı kalarak, henüz sorgulama yetimizi kazanmamış iken en başta ebeveynlerimiz tarafından kafalarımıza düşünceler ekilerek büyütülen insanlarız. Doğal olarak bazı düşüncelerin bizlere garip gelmesi normaldir fakat bunlar değiştirilemeyecek şeyler değil elbette. Ancak şu var ki; eski kuşak dediğimiz annelerimiz, babalarımız, dedelerimiz ateşe körükle giderek hoşgörüyü katletmekteler. Bu ayrıştırmaları kendine fırsat bilen ve karınca yuvasına çomak sokan bir çocuk edası ile bizleri izleyen güçlere ödün vermememiz gerekiyorken her türlü fırsatı altın tepside önlerine sunmakta geri kalmıyoruz. Benim kalıplaşmış bir inanca sahip olmamam kimi neden rahatsız eder ? İşte bu soruya cevap bulduğumuz vakit inanıyorum ki; geleceğe yönelik adımlarımız hızlanacaktır. "Caddenin ortasında kilisemi olurmuş, kaldırılmalı bu." derken, aynı zamanda nice cadde ve sokakta camilerin bulunduğunuda hesaba katmalı ve bu ülkenin müslüman bir ülke olduğunu bilse dahi sadece müslümanların yaşamadığını farklı kesimden ve inançtan insanlarında olduğunu unutmamalı ve saygı göstermilidir insanlar.




Daha aydınlık bir gelecek için mücadeleye devam !